Bir zamanlar fazla temkinli ve yaşlı kuşağın inatçılığı olarak gördüğüm bir sözün, yıllar geçtikçe ne anlama geldiğini derinden anladım. Hayatını kaybetmeden önce dedem, “bankalara güvenmem” deyip kimsenin parasının nerede olduğunu bilmemesi gerektiğini söylemişti. O zaman bunu abartılı bir şüphecilik olarak gülüp geçmiştim ama sonunda o sözün taşıdığı *ağırlığı* geç de olsa fark ettim.
Gün batımının kızıllığı altındaki bir gün, dedemin evini toparlarken duvarın arkasına gizlenmiş küçük bir kapıya ulaştık. Uzun yıllardır yerinden kıpırdamayan eski bir kanepeyi kenara itince bir giriş açığa çıktı. İçeride eski ambalajlar, fare kemirmiş bir kutu oyun, gelişi güzel belgeler vardı. Ama asıl ‘*hazine*’ hemen yanındaydı: kahverengi bir zarf içine saklanmış *nakit* banknotlar. Daha önce kimseye bahsedilmemiş bu ev içi gizli bölmede saklanan bu para, dedemin hem benim yüksek lisans eğitimim için planladığı bir hediye hem de kendi mahremiyetini ve *mülkiyet kontrolünü* koruma yoluydu.
Dedem, ölmeden önce adeta bir vasiyet gibi söylemişti: evdeki kitapları, dolapları, yatağın altını dikkatlice aramamızı istemişti. Gerçekten de o söylediği gibi her köşeyi taradık ve kayda değer miktarda eski, artık piyasada işlem görmeyen banknotları bulduk. Elbette enflasyon nedeniyle *değeri* yarıdan fazla azalmıştı ve bazıları artık geçerli bile değildi. Ama tüm bu yaşanmışlık, *yasal paranın* zayıf yönlerini ve *merkezî denetimin* doğasını yeniden düşünmemi sağladı.
Dedem, II. Dünya Savaşı sırasında Londra'da yoksul bir çocukluk geçirmişti. Bir kuruşun yaşamla ölüm arasındaki farkı belirlediği bir çağda, doğal olarak devletin parasına karşı bir *temkin* ve güvensizlik geliştirmişti. Parayı saklamak onun için yalnızca bir korunma yolu değil, aynı zamanda bireysel alanını savunma biçimiydi. Onun nesli için *mahremiyet* temel bir hak, kimlik sorulması veya izlenmeye çalışılması ise doğrudan şüphe uyandıran bir durumdu.
1950 Londra’sında, şoför Harry Willcock, polis kimlik göstermesini istediğinde bunu reddettiği için tutuklanmıştı. Savaş sırasında zorunlu kılınan kimlik uygulaması giderek suistimal edilmeye başlanmış, sonunda kamuoyu baskısı ve mahkeme kararıyla kaldırılmıştı. O dönemlerde gözetim sistemleri sistematik değildi; kayıtlar dağınık, bağlantısız ve erişilmesi zordu. Hukukçular o dönemi “*pratik geçirimsizlik*” olarak adlandırıyor: kayıtlar vardı fakat kimsenin kolayca erişmesi mümkün değildi.
Ama artık öyle değil. Bugün dijital verilerimiz her an *izleniyor*. Konuşmalarımız, harcamalarımız, konum bilgilerimiz, arama geçmişimiz sürekli takip edilip birbirine bağlanıyor. *Gizlilik* artık varsayılan bir hak değil, lüks haline geliyor. Ve biz farkında olmadan bu hakkı devrediyoruz.
Dedem, içgüdüsel olarak bu günleri seziyordu. Söyleyemese de, o aslında sessiz bir ‘*cypherpunk*’tı. Ve bugün içinde yaşadığımız çağ, onun temsil ettiği değerleri yavaş yavaş unutuyor. *Gizliliğin yok oluşu* gibi büyük bir dönüşümün ortasında, “paramı nasıl ve nerede koruyacağım?” sorusu daha da *önem kazanıyor*. Belki dedem Bitcoin(BTC) ya da blokzincir nedir bilmiyordu. Ancak o felsefeyi içtenlikle *benimsemişti*.
Yorum 0