İngiltere'de satışta olan bal ürünlerinin %96'sının sahte olabileceği yönündeki *şaşırtıcı* araştırma sonucu, hem tüketici güvenini hem de gıda hijyenine dair kaygıları ciddi oranda artırdı. Son yapılan testlerde incelenen 25 üründen tam 24’ü ya şüpheli bulundu ya da ilgili standartları karşılamadı. Bu veriler, sadece istatistiksel bir anomali olmaktan çok daha fazlasını ifade ediyor; tüm pazarın yapısal bir gıda sahtekarlığı tehdidi altında olabileceğine dair önemli bir *uyarı sinyali* oluşturuyor.
Kaynaklara göre, İngiltere Gıda Standartları Kurumu ve Avrupa Birliği Komisyonu, bu tür sahteciliklerin önüne geçmek için tedarik zinciri takibini güçlendirme çağrısında bulundu. Ancak uzmanlara göre, asıl sıkıntı verilerin kendisinde değil, bu verileri *manipüle eden* sistemlerde saklı. Aslında bu sorun yeni değil; 2020 yılında ‘Bal Gerçekliği Ağı’ tarafından yapılan bir çalışmada, Avrupa’da dolanıma giren balların yaklaşık üçte birinin sahte olduğu bildirilmişti. O dönem bile Avrupa’ya giren taklit ürünlerin hacmi yılda yaklaşık 3,4 milyar euroya (yaklaşık 4 trilyon 960 milyar TL) ulaşmıştı.
Bu şekilde ekonomik kazanç amacıyla yapılan bilinçli gıda hileleri, yani *EMA* (Economically Motivated Adulteration), ucuz şurup veya düşük kaliteli yağ gibi maddelerle değerli bileşenlerin yer değiştirmesi temelinde yürütülüyor. Üstelik bu ürünler, hem içerik hem de tat ve fiyat yönünden tüketiciyi yanıltacak biçimde pazarlanıyor. Çoğu zaman balın kökenini belirleyen polen kalıntıları bile süzülerek temizleniyor ve ürünler üçüncü ülkeler üzerinden gönderilerek *yasal boşluklardan* faydalanma imkanı doğuyor.
Şu anda bal şişesi tüketiciye ulaşmadan önce en az 6 ila 8 aracı süreçten geçiyor ve bu karmaşık yapı, sahte belgelerle orijin gizleme faaliyetlerini kolaylaştırıyor. ABD Gıda ve İlaç Dairesi(FDA) ise bu tür gıda sahtekarlıklarının küresel gıda pazarında en az %1'lik bir paya, yani 40 milyar dolarlık (yaklaşık 58 trilyon TL) bir büyüklüğe ulaşabileceğini tahmin ediyor.
Bu sorunlara çözüm üretmek amacıyla Avrupa Birliği, mallar için ‘Dijital Ürün Pasaportu’ stratejisini açıkladı. 2030 yılına kadar tüm ürünler için menşei, içerik ve çevresel etkileri içeren dijital bir kayıt sistemi oluşturulması hedefleniyor. Ancak uzman görüşlerine göre, bu yaklaşım yapısal sahteciliği durdurmak için henüz yeterince *etkin değil*.
Alternatif olarak dikkat çeken çözüm, *Self-Sovereign Identity (SSI)* yani ‘Kendine Egemen Kimlik’ teknolojisi. Bu dağıtık kimlik doğrulama sistemi, üçlü bir denge ilişkisiyle çalışıyor: ürünün doğruluğuna dair belgeyi ‘veren’ kurum, onu ‘saklayan ve sunan’ tüketici ve ürünü ‘doğrulayan’ dağıtımcı ya da denetim görevlisi. En önemli avantajı ise merkezi sunucuya veya aracıya ihtiyaç duymaması; yani bu sistem *manipülasyona kapalı* bir yapıyla çalışıyor.
Tüm veriler şifreli olduğu için, sahte bir ürün belgesiz şekilde piyasaya girdiğinde anında tespit edilebiliyor. Tüketiciler de aracı kurumlara güvenmeden, ürünün kaynağını ve geçmişini doğrudan inceleyebiliyor. Bu da yalnızca teknik değil, aynı zamanda *ahlaki bir dönüşümün* kapısını aralıyor.
Sonuç olarak SSI, sadece teknolojik bir tercih değil, gıda hilesi ve dağıtım yolsuzluğuna yapısal bir çözüm sunma potansiyeline sahip. Dijital ürün pasaportları geniş kapsamlı bir çözüm olmaktan uzak görünürken, SSI tabanlı bir izleme altyapısı artık *zorunlu hale gelmiş* durumda. Aksi halde bugün piyasayı dolduran sahte ürünler, "gerçekmiş gibi" serbestçe dolaşmaya devam edecek. Özellikle doğal yapısı iklime, zamana ve coğrafyaya bağlı olan bal gibi ürünler için detaylı bilgi teyidi adeta *hayati önem* taşıyor.
Bu tür gıda dolandırıcılığı sadece tüketiciyi etkilemekle kalmıyor, doğrudan üreticilerin de geçim kaynaklarını yok ediyor. Türkiye’deki bir arıcı, yolda satılan balların gerçekliğini test edememekten yakınıyor; bu da sektörün yaşadığı *çaresizliği* açıkça gözler önüne seriyor. Ancak şeffaflık ve teknoloji birlikte kullanıldığında gıda sektöründe *güven yeniden tesis edilebilir*. SSI işte bu değişimin başlangıç noktası olabilir.
Yorum 0